top of page
Peter_Paul_Rubens_-_The_Fall_of_Phaeton_(National_Gallery_of_Art) (1).jpg
Kaan Katmer

Atatürk Dönemi Türk-İngiliz İlişkileri



Türk-İngiliz ilişkileri tarih boyunca konjonktür değişimine bağlı olarak sürekli olarak farklılık göstermiştir. Bugün ele alacağımız dönem ise Atatürk döneminde bu ilişkileri incelemek olacak.


Atatürk genç bir subay iken gücünün doruklarında olan İngiliz İmparatorluğu Osmanlı İmparatorluğu ile bir mücadele halindeydi. Bu dönem İngilizlerin altın çağı olarak da nitelendirilebilir. Dünya Savaşından sonra ise bu durum değişmeye başlamıştır. Artık yeni güçler ortaya çıkar. Zira Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış ve küllerinden Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur. Yeni Türkiye’nin İtilaf güçlerine karşı verdiği mücadele ve işgalci emperyal devletleri kendi öz gücüyle topraklarından bertaraf etmesi şüphesiz bölgenin kaderi tamamen değiştirmiş ve Türk-İngiliz ilişkilerinde yeni bir sayfa açılmasını sağlamıştır. Bu anlamda burada Türk İngiliz ilişkilerini incelerken Kurtuluş Savaşı Dönemi (1919-1923) ve Türkiye Cumhuriyeti Dönemi (1923-1938) dönemi olarak bölmek tarihsel akış açısından yerinde olacaktır.   

 

Kurtuluş Savaşı Dönemi (1919-1923)

Bu dönemde doğrudan İngilizlerle bir çatışma görülmemekle beraber neredeyse tüm diplomatik hamlelerde İngilizlerin Türklerin karşısında olduğuna rastlarız. Baktığımızda İngilizleri Ortadoğu politikalarındaki emellerine Mondros Mütarekesi ile ulaştıklarını görürüz. Bunlar; Irak’ın petrol bölgelerinin ele geçirilmesi ve boğazlar bölgesinde denetimin sağlanmasıdır. Bunlar haricinde ise Bolşevik Rusya’yı Kafkaslardan aşağı nüfuz edememesini sağlamak adına tecrit altına almak, eskiden Osmanlı’nın sahip olduğu hilafet kurumunu etkisi altına almak ve dolaylı olarak da doğu sömürgelerine giden yolu korumak. Bu anlamda İngilizlerin Orta Doğu’da yeni müttefiklere de ihtiyacı olduğu aşikardı.


Bu bağlamda Kırım’da Bolşeviklere karşı mücadele eden General Wrangel, Gürcistan’daki Menşevik Hükumet, Azerbaycan’daki Müsavatçılar ve Taşnak Ermenilerini desteklediler böylece Bolşeviklere karşı bir duvar oluşturulacak, son dönemde yakınlaşan Mustafa Kemal önderliğindeki Anadolu Hareketi ve Sovyet Rusya yardımlaşması engellenecekti.[1] Bu girişim başarıya ulaşamamıştır. Halifelik konusunda ise İngilizler Halifeyi kendi kontrolleri altına aldılarsa da geçmişte olduğu gibi bir efektifliği olmayacaktı. Son olarak Doğu Akdeniz ve sömürgelerine giden yolların güvenliği konusunda bölge devletleri kendine yakın tutma planı İngiliz kamuoyunda popüler olan fikirdi. Nitekim Loyd George’un bir takıntısı burada devreye giriyordu: Yunanistan. Zira İngiltere Başbakanı Loyd George “Türkleri Avrupa’dan atmak” gayesine büyük bir şevk ile bağlı hareket ediyordu.[2] Nitekim bu durum sonraları Lord Curzon ve İngiliz ileri gelenleri bu tutumu “Türk Düşmanlığı” ve “barbarlık” olarak nitelendirmiştir.[3] 

 

İngiltere’nin Dünya Savaşı sonrası gerek mali gerek kamuoyunda başka bir savaşın daha ortaya çıkması ve sürmesi pek realist bir durum değildi. Nitekim Anadolu’daki Türk Bağımsızlık hareketi onların planlarına uygun bir durum değildi burada da bir zamanlar Türklerin hükmü altında olan Yunanlıları onlara karşı kışkırtmak George’un hedefiydi ve bu onun en büyük hatalarından da biri olacaktı. George bir dizi konferans sonunda müttefiki İtalya ve Fransa’ya rağmen şu açıklamalarda bulunmuştu;


“İtilaf Devletlerini Anadolu’dan sürüp çıkarmak için Mustafa Kemal’in büyük kuvvetlerle yürüyeceği ve hatta İstanbul’un tehlikede olduğu söylendi… Meseleyi (Venizelos’la) inceden inceye tetkik etikten sonra İngiliz Hükumeti yapılacak en iyi şeyin vaziyeti berraklaştırmak için Yunan hükumetinin elinde bulunan kuvvetten istifade etmek olacağına karar verdi…. Mösyö Venizelos bütün İzmir’le Çanakkale arası civarını 15 gün içinde temizleyebileceği fikrinde bulundu.”[4]


Nitekim George’un ve Yunanistan’ın tüm çabaları sonuçsuz kalacak ve Mustafa Kemal önderliğinde Türk Kurtuluş Hareketi tahminlerinden çok daha hızlı gelişti. I. İnönü’de (10 Ocak 1921) Türk ordusunun muzaffer olarak ayrılması ise Londra’da bir konferans toplanması kararlaştırıldı (21 Şubat- 12 Mart 1921) ancak Türklerin istediklerinden çok daha uzaktı İngiltere’nin önerdikleri. II. İnönü’de Yunan kuvvetlerinin uğradığı hezimet artık İngilizlerin durumun vahamiyetine idrak etmesine sebep oldu. İtalya ve Fransa’da artık alenen yaşananlarda İngiliz ve Yunan karşıtı bir tutum sergilemeye başladılar. Yunanlıların İzmir’e çıkması ve Meclis-i Mebusan’ın kapatılması Anadolu Hareketini daha da güçlendiren etmenler olarak nitelendirilmiştir. Takiben 1921’de Sakarya ve 1922’de Dumlupınar zaferleri İle Yunan güçleri Anadoludan atılmıştır. Bu savaş Yunanistan’a karşı gözükse de aslında İngiliz Başbakan Loyd George a karşı kazanılmıştır. 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Ateşkesi ile artık durum daha da netleşir. Yapılacak barışta şüphesiz Türkler elleri kuvvetli bir biçimde sahneye çıkacaklardır. Konferans 21 Kasım 1922 tarihinde açılmış 4 Şubat 1923 tarihinde kapitülasyonlar meselesini çözülememesi dolayısıyla kesintiye uğramıştır. İkinci dönem ise 23 Nisan 1923’de başlamış ve 24 Temmuz 1923 tarihinde iki tarafın da birbirleriyle büyük ölçüde antlaşmasıyla Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır.

 

 

Türkiye Cumhuriyeti Döneminde İlişkiler (1923-1938)

Bu dönemde Türkiye-İngiltere ilişkileri açısında rutin temaslar, ziyaretler olarak ele alınabilir. Öyle ki Atatürk ülkeden hiç çıkmamıştır ancak 1936 yılında Kral VIII. Edward Atatürk’ü görmek adına Dolmabahçe Sarayına gelmiştir.[5] Bu dönemde ilişkileri genel anlamda değerlendirmemiz gerekirse 1920’lerde Musul Sorunu ve 1930 dönemindeki İngiltere ile kurulan yakın ilişkileri göze çarpan ilk hususlar olacaktır.

 

Musul Meselesi

Cumhuriyet Türkiye’sinin İngiltere ile 1918 yılından beri anlaşmazlık içinde olduğu bir husustu. İki ülke içinde bu bölge gerek askeri, iktisadi ve siyasi bağlamda önem arz ediyordu. Nitekim bu problem Lozan Barış Görüşmelerinde dahi çözülememiş ve ileride çözülmesi kararlaştırılmış bir durum olarak ertelendi. Öte yandan Musul’a baktığımızda bölgede Türk yanlısı hareketlerin İngilizlerce sert bir biçimde bastırıldığı görülür. Türk hükumeti bu yapılanları hukuksuz olarak tanımlasa da İngiltere’nin de geri adım atmak gibi bir niyeti olmadığı aşikardı. Sorun çözülemediği takdirde Milletler Cemiyeti kararı verecekti ki bu dönem de İngilizlerin gücü ve nüfuzu altında olan ülkeler hesaba katıldığında meselenin hakkaniyetli bir biçimde çözülmesi imkânsız bir konu olarak gözükmekteydi.


Bu bağlamda taraflar arasında Haliç Görüşmeleri 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da başladı.[6] Türk tarafını temsilen TBMM Başkanı Ali Fethi Okyar, İngiliz tarafını temsilen ise Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox katılmış taraflar bir antlaşmaya varamamıştır. Bu anlamda görüşmeler kesilip konu 6 Ağustos 1924 tarihinde Milletler Cemiyetine taşınmıştır.[7] Milletler Cemiyetinde taraflar kendi tezlerini yineleyeceklerdir. Bölge halkının büyük çoğunluğunun Türk olmadı ve bir an önce Türkiye’ye bağlanması, bölgenin Mondros Mütarekesi sonrası işgal edilmiş olması Türk tarafının başlıca dayanak noktasıdır. Nitekim İngilizler ise bölgedeki petrol yatakları ve stratejik konum dolayısıyla Türkiye’ye bırakmak istememektedir. Nitekim Türkiye’de o dönem çıkan Şeyh Sait İsyanı, Milletler Cemiyeti’nin İngilizler lehine karar kılması ise bu konu ne yazık ki Türkiye aleyhine sonuçlanmış ve İngiltere ile ilişkilerimizi kötüleştirmiştir. Türkiye, karara karşı büyük tepki duymakla beraber, 5 Haziran 1926 tarihinde İngiltere ile gerçekleştirdiği 1926 Türkiye-İngiltere Antlaşması ile durumu kabullenmiştir. Antlaşmaya bakmak gerekirse; “Üç Bölüm ve bir Ek’ten oluşan antlaşmanın Birinci Bölüm’ü sınır düzenlemesiyle ilgilidir ve bu çerçevede Türkiye, 29 Ekim 1924 tarihli “Brüksel Hattı”nın Türkiye-Irak sınırı olması ve Musul’un Irak’a bırakılmasını kabul etmek durumunda kalmıştır. Taraflar arasındaki iyi komşuluk ilişkilerini düzenleyen İkinci Bölüm’den sonra gelen ve genel hükümleri kapsayan Üçüncü Bölüm’deki 14. Madde’ye göre de, Irak, 25 yıl süre ile bölgedeki bazı petrol şirketlerinin gelirlerinin %10’nunu Türkiye’ye ödeyecektir. Antlaşmanın sonunda yer alan Ek’te ise, iki ülke arasındaki sınırı oluşturan “Brüksel Hattı”nın detaylı bir açıklaması yer almaktadır. Böylece Türkiye, İngiltere ile olan bu önemli anlaşmazlığı konuya ilişkin orijinal görüşlerinden farklı bir biçimde çözüme ulaştırıyor ve de ülkenin güneydoğu sınırını kesinleştiriyordu.”[8] 


1930’lu Yıllar

1930'lu yıllar, Mustafa Kemal Atatürk'ün hem iç hem de dış politikada önemli projelere odaklandığı bir dönemdi. Bu süreçte, özellikle 1930'ların ortalarından itibaren dünya genelinde artan revizyonist eğilimler Türkiye'nin dikkatini çekmiştir. Bu bağlamda, Türkiye’nin tehdit algısının merkezinde, Doğu Akdeniz’i doğal genişleme alanı olarak gören İtalya’nın Faşist lideri Benito Mussolini yer almıştır. İtalya’nın bu yaklaşımı, Türkiye ile o döneme kadar mesafeli bir ilişki sürdüren İngiltere’nin, İtalya’nın bölgedeki yayılmacı politikalarına karşı Türkiye’ye daha yakın bir pozisyon almasına neden olmuştur.

Ancak, İngiltere, Türkiye’nin önerdiği Akdeniz dayanışması kapsamında bir ittifak anlaşmasına dahil olmaya sıcak bakmamıştır. Bunun yerine, İngiltere, Yunanistan ve Yugoslavya ile birlikte Milletler Cemiyeti'nin 16. Maddesi’nin 3. fıkrası uyarınca, Türkiye'nin bir İtalyan saldırısına maruz kalması durumunda yardım sözü vermiştir. Bu gelişmeler sonucunda, 22 Ocak 1936'da yürürlüğe giren ve "1936 Türk-İngiliz Akdeniz İttifakı" olarak bilinen bir anlaşma imzalanmıştır. Ancak, Milletler Cemiyeti'nin 15 Temmuz 1936'da İtalya'ya yönelik yaptırımları sona erdirmesi üzerine, İngiltere bu anlaşmayı 27 Temmuz 1936'da tek taraflı olarak feshetmiştir.


Takip eden süreçte 20 Temmuz 1936’da Lozan’daki boğazların statüsü konusu Türkiye’nin isteği doğrultusunda değiştirilmiş ve Montrö Boğazlar sözleşmesi imzalanmıştır.[9] Başka bir husus ise Orta Doğu’da bir barışın tesis edilmesi isteğiydi ve bu bağlamda İngiltere’nin teşvikiyle 8 Temmuz 1937’de Sadabad Paktı imzalandı. Aynı tarihlerde Almanya ve İtalya’nın Avrupa’yı tehdit edercesine saldırgan tutumları gerilimi arttırmaktaydı.[10] Dönemin İngiliz Başbakanı Neville Chamberlein’in Almanlara karşı yatıştırma politikası başarısız olmuş ve Çekoslavakya’nın Almanya tarafından ilhakı işe sonuçlanmıştır.[11] Bu olaylar sonrası İngiltere Türkiye olan ilişkilerine daha fazla özen göstermiştir. Nitekim Atatürk’ün sağlığı da günden güne kötüye gitmekteydi.


Kaynakça ve Dipnotlar

[1] Faruk Tahiroğlu, “Mustafa Kemal Atatürk Döneminde Türkiye-İngiltere İlişkileri (1919-1938)”, Atatürk Ansiklopedisi, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/mustafa-kemal-ataturk-doneminde-turkiye-ingiltere-iliskileri-1919-1938/, (15.11.24).

[2] Tahiroğlu, a.g.a.

[3] Bkz. Meral Balcı,” İngiltere Başbakanı David Lloyd George’un Birinci Dünya Savaşı Anıları ve Osmanlı İmparatorluğu’na Dair Düşünceleri” Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 12, Temmuz 2016, s.s. 93‐108.

[4] Harry N. Howards, Türkiye’nin Taksimi Bir Diplomasi Tarihi (1919-1923), TTK Yayınları, Ankara, 2018, s.336.

[6] İngilizleri Ankara’nın Başkent olmasına tepki olarak büyükelçilik açmayı reddetmiştir.

[7] Tahiroğlu, a.g.a.

[8] Tahiroğlu, a.g.a.

[9] Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995), Kronik Yayınları, İstanbul, 2021, s.262.

[10] Almanların “Lebensraum” İtalyanların “Mare Nostrum”

[11] Münih Antlaşması sonrası.

9 views0 comments

Recent Posts

See All

Comments


bottom of page